Yükleniyor, lütfen bekleyiniz.

Giysiyle Kurduğumuz İlişki: Keyif mi, İşkence mi?

Giysiyle Kurduğumuz İlişki: Keyif mi, İşkence mi?

Günlük yaşamda giysiler çoğu zaman yalnızca bir ihtiyaç gibi görünür. Sabah evden çıkarken giydiklerimiz, iş görüşmesine hazırlanırken seçtiklerimiz ya da özel bir davette özenle belirlediğimiz kombinler… Bütün bu tercihler yüzeyde basit seçimler gibi dursa da, aslında ruhsal dünyamızla sıkı sıkıya ilişkilidir. Giysi, yalnızca bedeni örten bir parça kumaş değil, aynı zamanda benliğimizi yansıtan bir “ikinci deri”dir.

İkinci Deri Olarak Giysi

Psikanalitik bakış, giysiyi “ikinci deri” metaforuyla ele alır. İnsan kendini çıplak ve korunmasız hissettiğinde, kıyafetler adeta bedeni kaplayan bir kalkan işlevi görür. Bununla birlikte, giysi sadece korunma değil aynı zamanda kimlik inşasının da aracı olabilir. Bazı insanlar giysiyle oyuncakla oynadığı gibi oynar. Farklı parçaları dener, yeni kombinler yapmaktan keyif alır. Bazıları için ise giysi bir “ilaç” gibidir. Kişiler yükselen ve başa çıkamayacağını düşündüğü kaygısını yatıştıran, belirsizlik karşısında rahatlamasını sağlayan bir ilaç niyetine giysiye yönelebilir. Ancak kimi zaman bu ilişki sağlıksız bir hâl alır. Giysi, keyif veren bir araçken bir bağımlılığa dönüşebilir. Hatta kişinin kimlik boşluklarını örtmesine yarayan bir “zorunluluk” hâline gelebilir.

“Dolabım dolu ama giyecek hiçbir şeyim yok” ifadesi de aslında yalnızca bir dolap sorununu değil, kişinin içsel dünyasında yaşadığı kimlik karmaşasını işaret eden bir çığlık olabilir.

Alışveriş Döngüsü: Keyiften Suçluluğa

Klinik gözlemlerde sıkça karşılaşılan örüntülerden biri, alışveriş davranışının duygu düzenleme aracı hâline gelmesidir. Kaygı, sıkıntı ya da değersizlik duygusu yükseldiğinde kişi alışverişe yönelir. Yeni kıyafet satın almak bu kişiler için kısa süreli bir rahatlama sağlar. Ancak bu rahatlamayı çok geçmeden suçluluk, pişmanlık ve boşluk duygusu takip eder. Yani kısa süreli bir rahatlama sağlayan bu davranış uzun süreli olarak aynı sorunların devam etmesini sağlar. Böylece yeni bir kaygı dalgası ve yeniden alışveriş ihtiyacı doğar. Psikodinamik literatürde bu tabloya “giysi bulimiası” adı verilir. Yeme bozukluklarında kullanılan bulumia kavramı aşırı yeme ve ardından gelen suçluluk döngüsünü anlatmak için kullanılır. Giysi konusunda da benzer şekilde alışveriş yapmak kişinin içsel boşluğunu doldurma çabasından kaynaklanır fakat kişi için kalıcı doyum/ tatmin sağlamaz.

Bilişsel-davranışçı yaklaşımlar da bu durumu bir döngü üzerinden ele alır. Alışveriş öncesindeki duygu, davranışı tetikler; davranış anlık rahatlama getirir, fakat ardından gelen suçluluk rahatsızlığın devam etmesini sağlar. Bu zincir fark edilmezse kişinin hayatında kısır döngü hâlinde devam eder. Dolayısıyla, farkındalık kazanmak bu döngüyü kırmanın ilk adımıdır.

Giysi, Kimlik ve Kuşaklar

Giysi seçimleri yalnızca bireysel tercihler değil, kuşaklar arası aktarılan kimlik öykülerinin de parçasıdır. Winnicott’un “ayna” kavramına göre, annenin bakışı çocuğun kimlik gelişiminde kurucu rol oynar. Annenin güçlü, dengeli ve farkında bir bakış sunması, çocuğa sağlam bir benlik inşasında destek olur. Bu bağlamda, giysi anne-kız arasındaki ilişkiye de yansır. Kimi zaman anneler kızlarının kıyafetlerini giyerek gençliklerini yeniden yaşamak ister, kimi zaman kızlar annelerinin stilini devam ettirir. Moda endüstrisinin de kuşaklar arasındaki sınırları bulanıklaştıran eğilimleri, hem anneye hem kıza ayrı bir kimlik alanı bırakmayabilir. Bu durum bireyde, “Ben kimim, hangi giysi benim kimliğimi temsil ediyor?” sorusunu daha da zorlaştırabilir. Giyim tercihlerinin sadece estetik değil, kimliksel ve ilişkisel boyutları da vardır.

Sosyal ve Kültürel Bağlam

Giysiyle ilişkimiz yalnızca bireysel süreçlerle açıklanamaz. Günümüz dünyasında reklamlar, sosyal medya akışları, “trend” baskıları ve tüketim kültürü, bireyin giyim tercihlerini şekillendiren güçlü faktörlerdir. Bir alışveriş merkezinde saatler geçirmek, çevrimiçi platformlarda “sepete ekle” tuşuna basmak ya da influencer’ların kombin önerilerine maruz kalmak kişilerin giysi seçimlerini ve alışveriş yapma sıklığını etkileyebilir. Bunların her biri, giysiyle ilişkimizi yalnızca kişisel değil toplumsal bir deneyim hâline getiriyor.

Sosyoloji ve kültürel çalışmalar bu noktada önemli katkı sağlar. Giysi, toplumsal sınıfın, ekonomik koşulların ve değerler dünyasının dışavurumudur. Minimalist bir giyim anlayışı, kimisi için sadelik ve özgürlük, kimisi içinse çaresizlik ve kısıtlılık anlamına gelebilir. Dolayısıyla aynı sembol farklı bağlamlarda çok farklı hikâyeler anlatır.

Ne Zaman Patolojik Hâle Gelir?

Giysiyle kurulan ilişki şu durumlarda ruhsal açıdan zorlayıcı olabilir:

       Alışveriş, duygusal sıkıntıyı gidermenin tek yolu hâline geldiğinde.

       Kıyafet seçimi ya da satın alma davranışı akademik, işlevsel ya da finansal sorunlara yol açtığında.

       Kişi, marka ya da pahalı giysiler olmadan kendini eksik veya değersiz hissettiğinde.

       Zamanın büyük kısmı deneme, iade veya kombin yapma uğraşlarıyla geçtiğinde.

Bu örüntüler, çoğu zaman altta yatan öz-değer sorunlarını, kaygıyı, mükemmeliyetçilik eğilimlerini veya ilişkisel boşlukları işaret edebilir.

Ne yapılabilir?

       Duygu farkındalık: “Bu alışverişi gerçekten ihtiyacım olduğu için mi yapıyorum, yoksa hissettiğim kaygıyı bastırmak için mi?” sorusunu sormak.

       Erteleme tekniği: Bir ürün satın alma isteği geldiğinde 24 saat beklemek; ihtiyaç mı, duygu düzenleme mi olduğuna bu süre içinde karar vermek.

       Değerlerle uyum: Kendi yaşam değerlerini (örneğin sadelik, rahatlık, sürdürülebilirlik) belirleyip dolabını bu değerlerle uyumlu hâle getirmek.

       Alternatif stratejiler: Kaygıyla baş etmek için yürüyüş, nefes egzersizi ya da güvendiğiniz biriyle konuşmak gibi başka yolları hatırlamak.

       Profesyonel destek: Döngü kırılmıyorsa bir profesyonele danışmak faydalı olabilir..

Sonuç

Giysi, yalnızca bedeni örten bir araç değil; kimliğimizi, değerlerimizi ve duygusal dünyamızı yansıtan sessiz bir tanıktır. Bazen keyif, bazen kalkan, bazen de yük olabilir. Önemli olan, giysiyle kurduğumuz ilişkinin kaynağını fark etmek ve bu ilişkiyi değerlerimizle uyumlu, esnek bir zeminde sürdürmektir.

Belki de asıl sormamız gereken dolabımızda giyecek bir şeyimizin olup olmadığı değil, giysilerimizin bize hangi hikâyeyi anlattığıdır.

Kaynakça

       Ricadat, E., & Taïeb, L. (2019). Üzerime Giyecek Hiçbir Şeyim Yok: Giysi, Keyif mi İşkence mi? (Çev. F. Gür).

Yazan: Psikolog Tuğana GÜLTEKİN