Sosyal kaygı, kişinin olumsuz olarak değerlendirileceğine inandığı toplumsal ortamlarda yoğun korku ve kaygı yaşaması durumudur. Sosyal kaygısı olan bireyler toplumsal ortamlardan kaçınabilirler veya yoğun korku ile bu duruma katlanabilirler. Araştırmalar, kişilerin dikkatlerini kendilerine yönlendirmelerinin (self-focused attention) sosyal kaygı deneyimlemelerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu göstermiştir. Dikkatin kendine yönelmesi, bireyin dikkatini beden duyumları, düşünce, inanç, tutum ve duyguları üzerinde yoğunlaştırmasıdır.
Sosyal kaygısı olan bireyler sosyal ortamlara, kaygıya yol açan varsayımlarla girerler. Bu varsayımlar üç grupta açıklanabilir:
Bu varsayımlarla sosyal ortama giren bireyler, sosyal ortamları tehlike olarak algılarlar. Kendilerine yönelik yoğun dikkatleri nedeniyle, olumsuz inançlarının aksini gösteren dışsal sinyalleri fark edemezler. Takdir edildiklerini, başkaları tarafından izlenmediklerini veya diğerlerinin sandıkları gibi onlarda kusur aramadıklarını algılayamazlar. Böylece, sosyal kaygısı olan bireylerin olumsuz inanç ve varsayımları güçlü kalmaya devam eder ve böylece kendilerini tehlikede hissetmeye de devam ederler.
Sosyal kaygı duyan bireyler, sosyal bir ortama girdiklerinde, dikkatlerini kendilerini gözlemlemeye ve kendilerini sunmaya (self-presentation) yönlendirirler. Sahip oldukları olumsuz inançları da kullanarak zihinlerinde, kendilerinin bir izlenimini oluştururlar ve dışarıdan öyle görüldüklerine inanırlar. Sosyal kaygısı olan bireyler bulundukları sosyal ortamda kendilerini dışarıdan bir gözlemci gibi izlemekle meşgul oldukları için ortamı ve ortamda yaşanan şeyleri bizzat deneyimleyemezler. Bu yüzden, sosyal ortamlarda özne olarak bulunmak yerine sosyal nesne olarak bulunurlar.
Sosyal Kaygı Modeli, Clark ve Wells (1995, 2001)
Clark ve Wells’in sosyal kaygı modeli, sosyal kaygıyı oluşturan ve sürdüren yapıları tanımlamakta ve psikoterapi için müdahale yolları göstermektedir. Sosyal kaygısı olan bireyler sosyal ortamlarda, sosyal bir tehlike içerisinde olduklarına inandıkları için, dikkatlerini kendilerini izlemeye yöneltirler, böylece korku duydukları semptomları fark etmeye başlarlar. Sosyal kaygısı olmayan bireylerin fark edemediği bilişsel/zihinsel (hata yapma düşüncesi, ortama dikkati yöneltmede zorluk gibi) ve somatik/bedensel (terleme, kalp atışında hızlanma) semptomlara fazlaca dikkat edip endişelenirler. Bu bilişsel ve somatik semptomları fark etmeleri sosyal bir tehlike içerisinde olduklarına dair düşüncelerini güçlendirir ve kaygılarını artırır, daha sonra algıladıkları sosyal tehlike ve kaygı semptomları güçlendirir, sonuç olarak birbirini besleyen bir semptom-tehlike kısır döngüsü içerisine girerler. Ve bu döngüden çıkış yolu olarak bireyler genellikle sosyal ortamlardan kaçınmayı tercih ederler veya kaçınamadıkları durumlarda güvenlik davranışlarına (sessiz kalma, fikrini belirtmeme, sürekli evet deme, göz temasından kaçınma) başvururlar.
Sosyal Kaygının Tedavisi
Bilişsel Davranışçı Terapinin sosyal kaygıyı tedavi etmede başarılı olduğu pek çok bilimsel araştırma ile kanıtlanmıştır. Sosyal ortamlarla ilgili olumsuz inanç ve varsayımlara ve algılanan sosyal tehlikeye yönelik bilişsel müdahaleler uygulanmaktadır. Somatik semptomlara, kaçınma ve güvenlik davranışlarına yönelik davranışçı müdahaleler uygulanmaktadır. Sosyal kaygı tedavisine yönelik yapılan bir araştırmada, Bilişsel Davranışçı Terapi alan bireylerin, kendilerine yönelik dikkatlerinde ve sosyal kaygı seviyelerinde önemli oranda azalma olduğu tespit edilmiştir, (Woody ve ark., 1997). Başka bir araştırmada, Bilişsel Davranışçı Terapiler içerisinde yer alan Maruz Bırakma Terapisine katılan kişilerin, kendilerine yönelik olumsuz dikkatlerinde ve sosyal kaygı seviyelerinde anlamlı azalma olduğu gözlenmiştir (Hoffmann, 2000).
Kaynakça
Yazan: Psikolog İbrahim KILIÇ